Yaktın beni be Davut Hoca!..

Yaktın beni be Davut Hoca!..

Birol Kutkan, 28 Mayıs 2019 – Ankara

Öyle kalabalık bir okuldu ki şu bizim 19 Mayıs Ortaokulu. ‘P’ harfine kadar gidiyordu sınıflar. Kayıtta geç kalmış olmalıyız ki ben ‘1-L’ sınıfından giriş yapmıştım okula. Sınıflarımız da nerden baksan 50 kişilikti. Şöyle kaba bir hesap yapınca 500 kişi aynı anda başlıyorduk öğretime.

Ve ben, bunca kalabalık içerisinde öyle başarılı bir öğrencilik çıkartıyorum ki. Sınıflar arası bilgi yarışmalarında sınıf takımımızın vazgeçilmeziydim. Final yarışmasının olduğu gün hastalanmış okula gidememiştim de, hocamız gelip evden almıştı. Nerden baksan 5 km yürüyorduk evden okula ya da o küçük çocuk adımlarıyla bana öyle geliyordu. Muhteşem bir heyecanla yarışmanın birincisi olunca hala bile unutamadığım o lambswool kazağı hediye etmişti Sınıf Öğretmenimiz. Anamın ördüğü o ‘hatır hatır’ kazaklardan sonra kürk gibi gelmişti bana.

Münazaralarda kulaklar bende olurdu. Hafta sonlarım hep İl Halk Kütüphanesinde geçerdi çoğu zaman. Sabah girer akşam çıkardım. En çok da “Yurt Ansiklopedisi” ile “Meydan Larousse” ilgimi çekerdi. Ne kadar çok bilgi vardı bilinmesi gereken. Genel kültür bilgimi buradan edindiklerimle çoğaltır, çok inanmadığım bir konu bile düşse payımıza ateşli savunucusu olurdum. Ekibimin bana güveni de ayrı bir gaz olurdu bana.

Bir de okuma yarışmaları yapılırdı o yıllarda. Her seferinde bir dakikada okunan kelime sayısı rekorunu yine kendim kırar, kimilerinde hayranlık uyandırırken, kimilerinin hasetlikten şiştiğini görürdüm. Okumayı seviyordum ve benim diğerleri gibi ilkokulda zorlamayla öğretilmiş bir okuma dünyam yoktu. 3 yaşımda başladığımı söylerdi o yıllarımı bilenler. Önce gazoz kapaklarıyla başlamışım, sonra da hamurla yapıştırarak bakkala sattığımız kese kâğıtlarıyla arttırmışım. Okula gitmiyordum daha ama okula gidenlerin defterlerine ben doldururdum ‘yatık çizgileri’, ‘tarak E’leri’, ‘gözlük B’leri’ gülerek.

Bu başarılar okulun son sınıfına kadar artarak devam etti. Hatta son sınıfta babamların köye dönmeleri gerekmişti, ben son seneyi halamlarda kalarak okumuştum Yeşilköy Ortaokulu’nda. Okul öyle küçüktü ki, üçüncü sınıflar 3 sınıftı. Sabahçılar ‘A’ ve ‘B’, öğlenciler ‘C’ idi yanılmıyorsam. Geldiğim okulu düşününce burası komik bile sayılabilirdi. Türkçe dersinde ‘çengelli paragraf işareti’ni, İngilizce dersinde de ‘Pound’un simgesi bilince, herkesin gözünde her şeyi bilen adam olmuş ve “Prof” unvanını almıştım.

Bu kadar şöyle başarılıydım, böyle başarılıydım hikâyelerini artistlik olsun diye yazmadım, hava atmaksa aklımdan bile geçmez. Hele o ‘şişim şişim’ kubarık hindi edaları hiç bana göre değil. Bu kadar başarılı bir profilin muhteşem bir ödülle taçlandırması gerekir diye düşünülür ya, haklısınız da. Kim olsa aynısını düşünür. Ben bile…

Bir çuval dersin içerisinde bir ders var ki, beni benden eden. Ağaç kurdu gibi bütün başarılarımı içten içten kemiren, başarılarımın içine sinsice sokulmuş bir Truva Atı: Beden Eğitimi…

O dönemi bilenler çok iyi hatırlayacaklardır. En önemli beden dersi malzemesi ‘kasalar’dır. Bitmek bilmeyen bir dikine yükselişi olan engeller, ilk üçünde muhteşem sıçrayışlarım yerini giderek bırakın zıplayıp atlamaları, ‘tırmanamayışlara’ dönerdi. Boyum o kadardı zaten. Basket potasını dersen sanki bulutlara tutturmuşlar, topu oraya yetiştirmenin imkânı yoktu.

Bir becerebildiğim koşma vardı o zamanlar. Hoş sonradan onu da bıraktım ama çocukluğun verdiği enerjiyle deli gibi koşardım. Teneffüslerdeki muzipliklerimiz dışında bir katkısı olmadı onun da hayatımda.

Veee… İlk darbeyi yedim bu hain dersten sene sonunda. Derslerimin neredeyse hepsi 10, Beden Eğitimi 5… Diploma notumu bir anda düşürdüğü gibi, sınavlarda alacağım ek puanlar da bir anda gidivermişti.

Demiryolu Meslek Lisesi’nde ilk dönem tamamlanmıştı ve ben bin bir utançla köye gitmiş, evdekilerin yüzüne birkaç gün bakamamıştım. Öyle ya iki dönem ‘Takdirname’ alarak, yılsonunda bir de ekstradan ‘İftiharname’ alarak sınıfları geçen ben çok fena çakmıştım. O nasıl karne öyle altı tane zayıf. Babam rahmetli hiç kızmamıştı. “Olur oğlum, yabancı yer alışamadın belli ki. Öbür dönem temizlersin hepsini” demişti.

Öyle de oldu. Babamın yüzünü ağartmıştım. Öyle bir karne çıkarttım ki, ‘Teşekkürlük…’ Büyük halamın önerisiyle de ‘İşletme’yi tercihlerime ilk yazmıştım, kesin olacaktı, istasyon Şefi, belki de Gar Müdürüydüm ileride.

Olmadı arkadaş… Tamam çok sürpriz değildi belki ama yine de bu çok ağır olmuştu. Tamam 7-8 de olmayabilirdi ama yine 5 olaydı, dönem sonu ortalamam düşeydi. Eylül’e kalmak neydi?… Hayatımda zaten zayıflarla yeni tanışmış biri olmayı yeni yeni hazmediyorken, bu bildiğin yıkım olmuştu. ‘Teşekkürname’ mi? Yalan oldu tabi o. Tercihler dersen kuş oldu. Torbaya kaldım. Olsun daha torba da epeyce ‘İşletme’ vardı.

Sıra bana geldi, heyecanla elimi torbaya attım. Sanki dokununca diğerlerinden bir farkı varmış gibi çaktırmadan torbanın içerisindeki kâğıtları şöyle bir yokladım. Biri farklı gibi geldi elime, tutum çektim. Biraz ağır mıydı, pürüzlü müydü kâğıt da ondan mı takıldım bilmiyorum ama onun içindeydi emindim. Açtım bir hışım. O da ne: GİH…

Yaktın beni be Davut Hoca. Harbiden ‘Kıl’mışsın sen. Sen beni sadece Eylül’e bırakmadın ki, sınıfta bırakmadın ki. Hayatımı da mahvettin. Sana yazıklar olsun, hem de ne kadar olabiliyorsa o kadar olsun. Lojmanlar, istasyonlar, kırmızı şapkalar artık yoktu. Artık koca koca trenleri bir komutumla durduramayacağım. Evimden üç adımda işyerime gidemeyeceğim. Ellerin yeşil, kırmızı, mavi bröveleri olacaktı be, daha ne olsun.

Elimde sadece bundan sonra okuyacağım bölümün adı değil, kader defterim vardı. Ve o defteri nasıl yüzlerce yaşam paketleri arasına atıp bana rasgele çektirmişlerdi. O zıpır çocuğa, o uslanmaz romantiğe nasıl bir derbederlik gömleğiydi bu. Kocaman kocaman haykırmak istemiştim o an.“Davuuuut!.. Davut Hocaaaaa!. Kılsın sen hem de kılların en kılı…”

Sevemedim sonrasında bu dersi de, o kıl Davud Hocayı da… O yüzden de başıma gelmedik kalmadı lise bitene kadar. Tamam ben de yeteneksizim biliyorum. Ama gelişmiş ülkelerde bunlar tercihe bağlı değil miydi? Kişiler becerilerine göre almıyorlar mıydı bu dersleri? Sırf şu Beden Eğitimi dersinden dolayı reenkarnasyon gerçek olsun istemiştim. Bir daha dünyaya geleyim ama Avrupa da geleyim, müzik seçeyim, edebiyat seçeyim, resim seçeyim. Hayallerimde bile bir daha dünyaya sporcu geleyim olmadı hiç, nasıl soğumuşsam.

Her ders ne olacak da ben yine dayak yiyeceğim diye beklerdim. Haa!.. Sadece ben mi? Değil. Bütün sınıf beklerdik. Her branştan sporda başarısız olduğum için kaçınılmaz bir yeteneksizlik sergileyecektim, Davut Hoca da beni ödülsüz bırakmayacaktı. Onu biliyorduk da, faaliyet ne ödül ne hep sürprizdi.

Okulumuz bana rağmen spor konusunda oldukça başarılı bir okuldu. Her spor dalından keyif alan arkadaşlar olduğu gibi, bu konuda ciddi şeyler çıkaranlar bile olmuştu. En çok da ‘hentbol…’’ Bu konuda okulumuzun başarıları tartışılmazdı. Benim de katkılarımı unutmamak gerek. Bir türlü dahil olamamıştım. Davut Hoca hiç yaklaştırmamıştı beni çünkü.

Uzun atlama, yüksek atlama, disk atma, cirit atma, gülle atma, basketbol, futbol her türlü spor dalında bir takım girişimlerim olmuştu. Çok şükür ki, kimselere zararım olmadan hepsini atlatmıştım. Kendime zararım mı? Olmaz mı, her dersin arasında ve bitiminde mutlaka yüzüm kızarırdı. Mahcubiyetten değil tabi ki, döverdi bildiğin.

Cidden fena döverdi bazen. Arkadaşlarımın bazı yorumlarında bana az bile yaptığı söylense de ben kendimi hep niyeyse haksız bulmazdım. Bazen kendini kaybederdi döverken, ya eskiden kalemini çalan çocuk gelirdi aklına ya da ne bileyim kız arkadaşının abisi. Ama kendine geldiğinde yorgun düşerdi. Tüketirdim onu resmen. Bağışıklık diyen var buna, arsızlık diyen de…

Hatta bir keresinde kendini öyle kaybetti ki, bırakın dövmeyi yerinden kalkamadı. Sadece işimi bitirmiş olmanın verdiği gururla sırama geçtiğimde söyledi arkadaşlarım Hocanın beni beklediğini sahanın kenarında. Banklara bıraktığım gözlüğümü takıp bakınca gördüm. Beni dövmeyecekti bu sefer. Masaya tıkır tıkır vuran sol elinin parmakları dışında hareket eden bir yeri yoktu. Gözleri bile sabitti. Felç geçirdi sandım. Nice sonra bir kükremeyle sıçradım havaya. Öylece bağırıyordu yerinden “Defooooool!..” Ders onuna kadar spor salonunun önünde oturdum durdum öylece. Muhteşem bir gündü. Beden dersi günün ilk dersiydi ve ben bu hafta güne dayaksız başlamıştım. Kim takar gerisini.

Okula dönüşte öğrendim bütün detayları. Meğerse bugünün ders konusu üçlü turnikeymiş. Üç kişi birden aynı anda hareket ediyorlarmış, birbiriyle top paslaşarak pota altına kadar gidiyorlarmış, biri potaya topu atıp, sayı yapıyormuş, birlikte tekrar dönüyorlarmış. Bütün bunları ne zaman anlatmıştı Hoca da, millet ne ara öğrenmişti bu taktiği. Herkes başarıyla yapmış tabi. Benim içinde bulunduğum üçlü hariç. Nasıl karıştırmışsam artık oyunu. Ne sayı yapan olmuş, ne de topu geri getiren. Gözlük takamıyorum ya saha da ondan olmuştu kesin.

Basketbol deyince anı anıyı çağrıştırıyor. Yine bir basketbol dersindeyiz. Uzun boylulardan kısa boylulara her zamanki gibi dizilmişiz. Birden önümdeki bana doğru döndü ve beni de çevirdi. Haydaaaaa!.. Sıra başı ben olmuştum. Davut Hoca bana bir top attı ve sektire sektire gidip saha çizgisi dışından potaya üçlük atış yapıp gelmemi, topu benden sonraki arkadaşıma vermemi istedi. Gittim, üçlük atışımı da başarıyla yaptım geldim. Başarı dediysem top pota karesine değdi sanki. Geldim ki benden sonraki arkadaş yerde çömelik vaziyette. Bir an bir şey oldu sandım. Yok yav! Adam gülmekten iki büklüm. Zeynel miydi, Webster mıydı tam hatırlamıyorum şimdi. Topu veremedim bile kendisine. Bir el ensemden beni sahaya çekti ve alışık olduğum bir tokatla yerde buldum kendimi.

Bu seferki istihkakımın hikâyesini de yolda öğrendim. Meğerse hoca sahayı süpürmüş, çöpleri de bir sağa kenarına yığmış ve herkese de çöpleri dağıtanı döveceğini bağırmış. Arkadaş bu adam ne zaman konuşuyordu, ben niye duymuyordum. Yoksa benden gizli gizli konuşuyorlar da her seferinde bir bahanesi mi olsun istiyordu anlamıyordum ki. Neyse?.. Tabi sıra tersine dönünce en başta ben kalmıştım. Konudan da habersiz olunca ben o yolu gayet rahat gittim. Ben çöp falan da görmemiştim vallahi. Gözlüklerdendi, sahada takamıyorum ya ondan.

Bu sefer spor salonundan ‘DEM’ledim anılarımı buğusu hala taze bende sıcacık. Ben bu spor salonundan ne anılarla geleceğim daha bu ‘DEMHANE’ye görün. Bu daha ne ki. Basketbolu bile bitiremedik daha diğerlerine geçelim. Davut Hoca’nın bitmek bilmeyen bu çocuğu nasıl döverim planları(!) ile bendeki nasır tutmuş yüz kaslarımla çok Beden Eğitimi dersleri ‘DEM’leriz burada.

Bir sonraki sayı da daha koyu tutarız umuyorum. Sizlere ve Davut Hocaya sevgi ve saygılarımla.

Kardelen (Sayı 103, Ekim-Aralık 2019)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir